2014 yılında 20'li yaşları geride bırakıp 30'lu yaşlara adım attım, İzmir'den Ankara'ya taşındım,iş değiştirdim.Hastalıklar oldu, ayrılıklar oldu, ölümler oldu.Bir adım daha attım olgunluğa doğru. Eskisi kadar konuşmuyorum eskisi kadar gülmüyorum.Öfkemi kontrol etmeye başladım.Çok fazla özlem çektim bu yıl. Eleştirilerim eskisi kadar yıkıcı değil. Aynı zamanda yaşamım boyunca en çok huzurlu hissettiğim yılları anları yaşıyorum sevgilim,eşim Yavuz'un yanında, sayesinde. Beraber geçirdiğimiz en basit anların bile değerini sonradan çok iyi anladığım arkadaşlarımı çok özledim. Yıllardır her günümüzü beraber geçirdiğimiz,bir bakışla ne hissettiğimizi birbirimize anlatabildiğimiz bir tek onun yanında ağlayabildiğim dostum ruh ikizimle kilometrelerce uzakta olmanın acısını yaşıyorum. Üzüntülerinde ellerini tutamadığım,ihtiyaçları olduğunda yanlarında olamadığım,anlık kahkahalarına ortak olamadığım sevdiklerim var. Yine de hayatlarımızda öyle yer edinmişiz ki o uzaklığa rağmen sevgiyi hep hissettirdiler bana ,değerli olduğumu ve değerli insanlara sahip olduğumu. Belki de bu şehirdeki sakinlik,arkadaşsızlık bana daha iyi gelecek çatışmalarımla yüzleşiyorum daha derinlere iniyorum,düğümlerimi çözmeye çalışıyorum(arada sırada deliriyorum tabii ki ),daha fazla kitap okuyorum,daha fazla film izliyorum. Yavuz'un yoğun çalışma saatlerinde bana arkadaşlık eden yumuşacık,yaramaz,şapşal güzeller güzeli Gollum adında bir kedim oldu. İş yerimde geçirdiğim saatlerde bile çok özlediğim, miyavlamayı beceremeyip garip sesler çıkaran minik bir kız. Kötü bir yıl sayılmazdı, iyi bile denilebilir aslında. Umarım 2015 çok daha iyi olur hepimiz için. İyi yıllar herkese...
Monday, December 29, 2014
Yeni Bir Yıla Girerken- Pretty Good Year
2014 yılında 20'li yaşları geride bırakıp 30'lu yaşlara adım attım, İzmir'den Ankara'ya taşındım,iş değiştirdim.Hastalıklar oldu, ayrılıklar oldu, ölümler oldu.Bir adım daha attım olgunluğa doğru. Eskisi kadar konuşmuyorum eskisi kadar gülmüyorum.Öfkemi kontrol etmeye başladım.Çok fazla özlem çektim bu yıl. Eleştirilerim eskisi kadar yıkıcı değil. Aynı zamanda yaşamım boyunca en çok huzurlu hissettiğim yılları anları yaşıyorum sevgilim,eşim Yavuz'un yanında, sayesinde. Beraber geçirdiğimiz en basit anların bile değerini sonradan çok iyi anladığım arkadaşlarımı çok özledim. Yıllardır her günümüzü beraber geçirdiğimiz,bir bakışla ne hissettiğimizi birbirimize anlatabildiğimiz bir tek onun yanında ağlayabildiğim dostum ruh ikizimle kilometrelerce uzakta olmanın acısını yaşıyorum. Üzüntülerinde ellerini tutamadığım,ihtiyaçları olduğunda yanlarında olamadığım,anlık kahkahalarına ortak olamadığım sevdiklerim var. Yine de hayatlarımızda öyle yer edinmişiz ki o uzaklığa rağmen sevgiyi hep hissettirdiler bana ,değerli olduğumu ve değerli insanlara sahip olduğumu. Belki de bu şehirdeki sakinlik,arkadaşsızlık bana daha iyi gelecek çatışmalarımla yüzleşiyorum daha derinlere iniyorum,düğümlerimi çözmeye çalışıyorum(arada sırada deliriyorum tabii ki ),daha fazla kitap okuyorum,daha fazla film izliyorum. Yavuz'un yoğun çalışma saatlerinde bana arkadaşlık eden yumuşacık,yaramaz,şapşal güzeller güzeli Gollum adında bir kedim oldu. İş yerimde geçirdiğim saatlerde bile çok özlediğim, miyavlamayı beceremeyip garip sesler çıkaran minik bir kız. Kötü bir yıl sayılmazdı, iyi bile denilebilir aslında. Umarım 2015 çok daha iyi olur hepimiz için. İyi yıllar herkese...
Kün - Sezgin KAYMAZ
“Kadınlar iki ‘X’,
erkekler bir ‘X’bir de ‘Y’ kromozomu taşırlar. Yirmi üç homolog çiftten oluşmak
şartıyla.
Hâl bu ise, kadın
milletinde kırk altı tane ‘XX’, erkek milletinde kırk altı tane mikroskobik
‘XY’ kromozomu var demektir. Sapına kadar erkek bir pala, ‘Sapına kadar erkeğiz
evelallah!’ böbürünü bu mikroskobik kimyaya borçlu olduğunu bilmez. Daha da
bilmediği, erkeği erkek yapan ‘Y’ kromozomunun erkek vücudunda bulunan ‘erkek
hücrelerindeki’ toplam DNA sayısının taş çatlasa kırkta biri olduğudur. Yani
‘Sapına kadar erkeğiz evelallah’ diye diye kaldırmış gezen bir fallus hayvanı,
kendisinin bile kırkta biri kadar erkektir en fazla. Fecaat, değil mi?
Olabilir. ‘Beterin de
beteri var.’ deyip şükretmek lâzım.
Çünkü, öbürünün
yanında fecaatten bile sayılmaz bu. Onu, yani asıl fecaati hiç mi hiç bilmez
‘erkek’ denen saf. Ben diyeyim on dokuz bin, sen de yirmi bin sene evvel,
kısaca ‘Sap Kromozomu’ da diyebileceğimiz bu taşaklı ‘Y’ kromozomu, şimdiki
cesametinden ben diyeyim on dokuz bin, sen de yirmi bin misli büyüktü. Sapına
kadar erkek diye bir yaratık varsa, o erkek bugünkü erkek değil, on dokuz -
yirmi bin sene önce yaşamış olan erkekti özetle.
Varlık, kadındır.
Dişidir yaratım
süreci, erkek değil.
Tarlayı kaldır at,
sabanı nerene sokacaksın bakalım.
“Sapına kadar
erkeksin öyle mi? Ne sapı lan? Kırk altı tanesini toplasan toplu iğne ucunun on
binde birinin kırkta biri kadar erkeksin.”
“
Gecenin bir
yarısı uykusuzluktan ölmeyi umursamayıp elimden bırakamadığım kitabıyla yatağın
içinde bana kahkahalar attıran yazar Sezgin Kaymaz. Kün’ü okuduğum esnada Yavuz’un
bu kız galiba hepten delirdi bakışlarını yakalamadım değil. Son zamanlarda
mizah dergilerinde dahi gülebilecek çok az karikatürle yazıyla karşılaşıyorum
seçici olmaya başladım sanırım.”Kün” ‘ü ablamın tavsiyesi üzerine okumaya
başladım. Telefonda mutlaka almalısın okumalısın çok eğlenceli, çok sürükleyici, ayrıca Konya şivesiyle
konuşan köpek var artık gerisini sen hayal et demişti. Konya’yı annemin köyünü
ziyaret ettiğimiz zamanlarda , abla kardeş ağzımız açık konuşulan farklı kelimeleri,
şiveyi hafızamıza işlerdik hevesle. Günlerce kullanılan lakaplara güler hatta taklit
ede ede kendi konuşmamızın da Konya şivesine dönmeye başlamasıyla annemden fırçayı
yerdik.
Beni ayrıca
güldürmüş olmasına rağmen kitap tabii ki sadece Konya şivesinden ibaret değil. Fantastik
olayların, farklı hikayelerin ustaca birleştirilmesi, birbirinden farklı
karakterler, ateisti imamı, ölüsü dirisi, namuslusu namussuzu ,öte dünya ile bu
dünyanın bir araya gelmesi .. Eğlencesi
güldürmesi yanı sıra sizi ağlatan da bir kitap Kün. Karakterler içimizden
tanıdık gibi, sanki herhangi bir sokağın başında bir tanesiyle karşılaşsanız
şaşırmazsınız.
Sezgin Kaymaz
1962 Sinop doğumlu. Kitabında Konya olduğu kadar Ankara’da var ki zaten kendisi
Hacettepe Üniversitesi İngilizce Dil Bölümünü Türkçe dersini veremediği için
terk etmiş. Ayrıca bu kadar iyi bir yazarın Türkçe dersi yüzünden okulu bırakması da çok acayip geldi
bana.Yazarın diğer kitapları Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir (1997), Geber Anne! (1998), Kaptanın Teknesi (1999),Lucky (2000), Zindankale (2004), Ateş Canına Yapışsın (2008). Hikâyeleri: Sandık Odası (2005), Medet (2007), Ateş Canına Yapışsın (2008),
Deccal’in Hatırı ve Kısas.
Ayrıca bu yıl sürpriz bir şekilde İzmir Kitap Fuarında kendisiyle karşılaşıp
imzalı kitabını alabilme şansına eriştim. (kendisini keşfetmemi sağlayan ablama
da tabii ki) Çok mütevazı, çok tatlı ve çok değerli hoş sohbet bir yazar. Gülmeye,
elinizden bırakamayacağınız bir romana, yeni bir keşfe ihtiyacınız varsa
kaçırmayın derim. Kendisine de dediğim gibi umarım hep yazar, daha çok yazar…
Etiketler:
kitap,
kitap fuarı,
komik,
roman,
sezgin kaymaz,
tavsiye,
yazar
Saturday, December 27, 2014
Zamanın Farkında - Şule GÜRBÜZ
"Eskiden olduğu gibi sıcak bir ağustos günü akşamı, hafif bir cesaret için içeceğim bir iki bir şeyden sonra kendimi asacak halim yok artık, ya da kendimi bir yerden boşluğa bırakacak. Yok artık. Allah'tan bekliyorum. Kendimi zaten hayatta olduğum müddetçe öldürdüm; bedenimi de hallediversinler. Allah korusun, kendimi atamam artık. Yetmiş yedi yaşında intihar eden Zweig mi olayım? O işler yirmi-yirmi beş yaşın, bilemedin otuz yaşın işleri. Bu rezilliği çek çek ,atla, olur şey değil. Adama demezler mi "Yahu ne atladın ben de tam sana geliyordum, " diye. "
Yukarı da alıntıladığım satırlar Şule Gürbüz'ün "Zamanın Farkında " isimli kitabından. 2011 basımı bir öykü kitabı. Müzik Hocası, Cansın , Mezarlıktan Geçiş, Mutfak, Zamanın Farkında isimli beş adet uzun öyküden oluşuyor. Uzun zamandır adını bilmediğim veya özellikle tavsiye edilmemiş yazarları okumamaya çalışıyorum. Çıtır çerez tabiriyle ifade ettiğim kitaplara elbette dönemsel ihtiyaç duyabiliyorum fakat insan hayatında zamanımız kısıtlı ve okumadığım çok değerli kitaplar var. İnternet'te kitabından yapılmış bir kaç alıntı ilgimi çekti ve okumak istedim. Ön yargılarla elime aldığım kitap beni cidden şaşırttı. Yazarına saygı duydum. Bana Oğuz Atay'ı hatırlattı. Zaten öykülerin kahramanlarının ortak noktaları aklımda sürekli tutunamayanlar olarak kaldı. Tam da kendi içsel sorgulayışımın dozajını arttırmışken sanki kitap beni bulmuş tam zamanında karşılaşmışız gibi hissettirdi.Dönem dönem bunaldım fakat bu yazarın vermek istediğini çok güzel yansıttığının kanıtı oldu benim için. Neyi eleştirdik, ne olmak istemedik , ne olduk ve nasıl yüzleştik hayatımızla. Her değişik hikayenin her değişik karakterin hissedebildiği ortak noktalar varmış belki kendi hissettiklerimi de dahil edebilirim.
Yazar 1974 doğumlu antika saat tamiriyle uğraşıyor. Hayatı bir belgesele de konu olmuş izleyen arkadaşlarımın bahsettiklerine göre. Ben izlemedim ama izlemek isterim. Yazarın diğer kitapları "Akıl Yoktur", "Ağrıyınca Kar Yağıyor", "Ne Yaştadır, Ne Başta Akıl Yoktur" , "Kambur", "Coşkuyla Ölmek" . Okuduğum tek bir kitabıyla benim için kabul edilmiş ve saygı değer bir yazar haline geldi bile. Diğer kitapları okunacaklar listeme ilave edildi. Kitaplarıyla karşılaşırsanız bir kenara itmemeniz dileğiyle..
Etiketler:
alıntı,
kitap,
öykü,
saat,
şule gürbüz,
taviye,
tutunamayanlar,
yazar,
zamanın farkında,
Zweig
Friday, December 26, 2014
Le Tableau - Mutluluğa Boya Beni
Birçoğumuz dönem dönem bu dünya neden adil değil diye sormuş,
sorgulamıştır ve bir çok sohbetin ana konusu olmuştur. Geçenlerde bir belgeselde cücelikten
şikâyetçi bir kadının çektikleri vardı mesela boyu birkaç santim uzasın diye bacağındaki
kemiklerin kırılarak arasına demir konulması ve aylar boyunca o aranın dolması için
acılar çekmesi ve sonrasında aslında kısa bir insan boyutunu bile
yakalayamayacak olması… Sırf normal insanlar gibi yaşayabilmek için etraftaki
bakışlara maruz kalmamak için türdaşlarıyla insan ırkıyla aynı muameleyi
görebilmek için. Katar’ da alışveriş merkezine bazı 3.dünya vatandaşlarının
alınmadığını anlatmıştı bir arkadaşım. Savaş, açlık, fakirlik, hastalıklar...
Verilebilecek örnekler çok. Ünlü bir komedyen dünya bir ustanın değil
beceriksiz bir stajyerin elinden çıkmış olmalı demişti bir gösterisinde.
Filmin ismi Türkçeye “Mutluluğa Boya Beni” olarak çevrilmiş.
2011 yapımı Fransız animasyonu. Yönetmeni Jean-François Laguionie. İmdb puanı 7,3 .Hikaye
tamamlanmamış bir tablonun içinde başlıyor. Rengarenk bir dünya ama herkes için
öyle değil. Ressamın tamamladıkları üst sınıf kesimi oluşturuyor. Şatolarda
yaşayan kibirli zenginler. Yarımlar denilen sınıf ressamın belirli kısımlarını
eksik bıraktığı orta sınıf. Kiminin saçı renksiz kiminin yüzü kiminin kıyafeti.
En zavallıları eskizler denilen çizim, karalama halinde bırakılmış olanlar. Köleleştirilmişler,
itelenmişler inanılmaz zor bir hayat
yaşıyorlar. Aslında yaşadığımız dünyanın daha masum bir anlatımı gibi.
Yarımlar ve eskizler hep ressamın geri dönüp tabloyu
tamamlayacağı ümidiyle yaşıyorlar. Tamamlanmışlar ressamın dönmeyeceğine,
bilinçli olarak onları tam diğerlerini eksik bıraktığına, kendilerinin
ayrıcalıklı ve özel olduğuna inanıyorlar. Şatoya yerleşmişler ve diğer
sınıfları önünden bile geçirmiyorlar. Bunca ayrımcılığa rağmen tamamlanmışlar
ve yarımlar arasından genç bir çift çok güzel bir aşk yaşıyorlar ama bunu iki
sınıfta kabullenmiyor. Gizli saklı görüşüyorlar ama sürekli tetikte ve
tehlikedeler.
Filmde gelişen olaylar sonucunda bir tamamlanmış, bir eskiz
ve bir yarım tabloyu bitirmesi için
ressamı aramaya çıkıyorlar. Ressamı ararken farklı tablolara geçip
farklı dünyalarla karşılaşıyorlar. Yaşadıkları maceralar izleyeni içsel, dinsel,
hayata dair, eksikliklerine dair bir sorgulayışa itiyor.
Ressamı bulabiliyorlar mı , tablo tamamlanıyor mu , neler yaşanıyor merak ettiyseniz daha fazla
spoiler vermeyip izlemenizi tavsiye ediyorum, Persepolis’ten sonra izlediğim en
güzel animasyondu benim için. Umarım beğenirsiniz. İyi seyirler!
Etiketler:
animasyon,
film,
film tavsiye,
fransız,
Le Tableau,
movie,
mutluluk,
resim,
sevimli,
tanrı
Wednesday, December 24, 2014
Moskova Gezisi - 2
Moskova’da ikinci günümüzde sabah otelden çıkış işlemlerini
yapıp Kızıl Meydan’a doğru yürüdük. Kahvaltı konusunda poğaça gibi ayak üstü hamur işi yemek isterseniz
büfelerde satıldığını gördük fakat biz meydanın yakınlarındaki Sbarro’da
pizza tarzı bir şeyler yemeyi tercih ettik.
Kızıl Meydan’a girdiğimizde gerçekten büyülendik. Sarayı,
katedrali, müzesi, tarihi alışveriş merkezi kocaman ve görkemli binalar
etrafınızı sarıyor. Meydana adım atar atmaz turist grubunun oluşturduğu sırayı
görünce peşlerine takıldık. Biz Kremlin Sarayına giriş sanıyorduk fakat sonradan
öğrendik ki Lenin Mozolesi için bekliyormuşuz. Sabah saatlerinde rastgele de
olsa sıraya girmemiz iyi oldu çünkü öğle saatlerinde kapalı olduğunu gördük.
( Lenin Mozolesi)
İçeri girerken güvenlik tarafından çantanız üstünüz başınız
bir güzel aranıyor ama sıraya göstere göstere kaynak olan apaçi Rus gençlerine
ses çıkarmak hiç akıllarına bile gelmedi. Giriş ücretsizdi. Mozoleye yürürken
dolambaçlı bir yoldan meydanı görerek ilerliyorsunuz kenarlarda muhtemelen
zamanının önemli komünist parti üyelerinin veya savaş kahramanları olduğunu tahmin
ettiğimiz kişilerin mezarları vardı. Mozolenin içinde fotoğraf çekmek
kesinlikle yasak. Cam bir fanus içinde Rus Bolşevik Devrimi lideri Vladimir İliç Lenin’in mumyalanmış
cesedini görüyorsunuz. Takım elbisesi içinde uyuyormuş gibi bir görüntüsü var. Görevli
hızlıca insanları dışarı çıkarıyor ve meydana geri dönüyorsunuz.
Çok sıraya maruz kalmaktan korktuğumuz için Kremlin Sarayını gezmek
istedik fakat girişin nerede olduğunu bir türlü bulamadık. Alışveriş merkezinin
önünde bekleyen özel güvenlik görevlisine yerini sorduk ama aha işte hep
buralar tarzında kollarıyla etrafını gösterip fırsat bu fırsat deyip bir tane
de sigara istedi. Nereden gideriz diye bakınırken karşıdan gelen İngiliz
turistleri görünce hemşerimizi görmüşçesine şenlendik. Bu ülkede soru
soracaksanız turistlere sorun yoksa cevap alamazsınız. Meğerse Kremlin Sarayı’nın
girişi Kızıl Meydan’ın dışından yapılıyormuş. Kutafiya Tower dedikleri kale
kapısı köprüsü gibi görüntü oluşturan yer sarayın girişi fakat biletleri tam
karşısındaki gişelerde satılıyor. Silah Deposuna’ da girmek isterseniz bileti
alırken belirtmeniz gerekiyor çünkü ayrıca para ödemeniz lazım. Biz standart bilet
alıp girdik çünkü silahlar hiç ilgimizi çekmiyor. Öğrenciler için ekstra
indirim söz konusu sanırım öğrenci kartı bizde yoktu ama sizde varsa bir
deneyin derim.
Kutafiya Tower’dan sarayın içine girdikten sonra her yerde polislerin
olduğunu ve sıkı güvenlik önlemleri olduğunu görüyorsunuz çünkü burası aynı zamanda
devlet başkanlığı konutunu da içeriyor. Tamamen her yeri gezme izni yok bazı
yerlerden polisler geri çeviriyorlar. Putin’i görüp naber la desem ne olur diye
düşünmedim değil.
Sarayın içinde genelde görebileceklerimiz Katedral Meydanında
kümelenmişlerdi. İçinde Meryem’in Göğe Çıkış Katedrali, Meryem’e Müjde
Katedrali , Çan Kuleleri kompleksi ve adını şuan hatırlayamadığım türevleri vardı.
Bir tanesinin içinde kraliyet ailesinin mezarları sergileniyordu. Ama en çok
Büyük İvan Çan Kulesi’ni ve bir tarafı kırık devasa büyüklükte Çar Çan’ını
beğendim. Yangın sırasında kuleden düşen çanın yerine yenisini dökmüşler fakat
henüz sıcak olan dökümün üstüne soğuk su dökülünce büyük bir parçası kopmuş.
Onlar da yerde sergilemeyi tercih etmişler. Tam 177 yıllık kendileri. 200 ton
ağırlığında olduğunu duydum. Onun ilerisinde Çar Topu var o da savaş sırasında
kullanılmak için yapılmış olmasına rağmen hiç kullanılmayıp sadece sergilenmeye
yaramış. Kremlinin bahçeleri de çok güzel görünüyor fakat gezmeye pek izin vermiyorlar.
Sarayın güney cephesinden Moskova nehrini görebilirsiniz. Bahçede gezerken
caddelerinde araç olmasa da yaya geçidi üstünden yürümeye özen gösterin yoksa
polis düdük çalarak üstünüze doğru koşup uyarıyor. Biz bu yüzden Şener Şen
koşuşu yapmak zorunda kaldık , Rus bu sağı solu belli olmaz aman kızdırmayalım
diye.
Saraydan çıkıp Kızıl Meydan’a geri döndük. Yol üstünde Saray’ın
bitişiğinde Meçhul Asker Anıtı var. Başında nöbet tutan askerler ve sürekli
yanan bir ateş var. Toplu bir mezarda bulunan kimliği belirsiz bir asker için
yapılmış.
Kızıl Meydan’ın içinde kırmızı tuğlalı bina Ulusal Tarih Müzesi.
(Ulusal Tarih Müzesi )
Lenin
Mozolesinin tam karşısındaki devasa bina GUM alışveriş merkezi. İçinde çok ünlü
giyim mağazaları ve kafelerin olduğu görülmeye değer bir bina.
(Gum'un içinde )
Meydanın en
dikkat çekeni ise bence Aziz Vasili Katedrali. Alaaddin’in Sihirli Lambası
masalından fırlamış gibi duruyor. Soğan seklinde kubbeleriyle ben buradayım
diyen katedralin önünde tabii ki büyük bir turist güruhu fotoğraf çekilip
hayran hayran Korkunç İvan sayesinde dünyaya kazandırılmış eseri inceliyor.
1550 yılında İtalyan mimar tarafından yapılıyor efsaneye göre İvan başka yerde
aynısını yapamasın diye adamcağızın gözlerini oyduruyor. Buna benzer bir çok
kültürde kitapta efsaneler olduğu için bana pek inandırıcı gelmedi ama adamın
adı da Korkunç İvan her şey beklenir. Ayrıca sen korkunçsun nasıl böyle sevimli
bir şey yaptırırsın arkadaş insanın aklı
almıyor.
(Kızıl Meydan)
Kızıl Meydan’da
görmemiz gereken yerler hızlı bitince aslında plan yaparken yetişemeyiz diye
düşündüğümüz ama gitmeyi çok ama çok istediğim Nazım Hikmet RAN’ı ziyaret
etmeye karar verdik. Novodeviyiç Mezarlığına gidebilmek için metroya binip Sportivnaya istasyonunda indik. Çıkıştan sağa dönüp cadde boyu dümdüz yürüdük ve vardığımız
ana caddenin sol karşı tarafında mezarlığı bulduk. Girişin paralı olduğunu
okumuştuk lakin bizden para isteyen falan olmadı. İnsan mezarlık görmeyi
tavsiye eder mi? İçinde Nazım Hikmet olmasaydı bile tavsiye ederdim. Bir çok
ünlü , şair, yazar, devlet adamının yattığı ve mezarların birer anıta
dönüştürüldüğü bir müze gibi. Gogol ,Çehov gibi ünlü isimler de orada fakat
mezarlığın girişinde numaralandırılmış tabloda sadece Nazım Hikmet Ran’ın adı
latin alfabesiyle yazılmış. Kiril alfabesinden dolayı kim nedir ne değildir
hiçbir şey anlamadık.
Nazım Hikmet’i çok severim ve orada inanılmaz
hüzünlendim yanı başına oturup biraz konuştuk kendisiyle memleketten haberler
verdik. Hemen yanında sevgilisi son aşkı Vera yatıyor. O esnada üstadı ziyarete
gelen bir başka türk çiftle karşılaştık biraz sohbet ettikten sonra onları
Nazım Hikmet’le baş başa bırakıp biraz mezarlığı turlamak istedik.
İnanılmaz
büyük ve gösterişli anıtları keşke bilen birisi anlatsaydı diye düşündüm.
Eminim cevher niteliğindedir. Bazen tursuz rehbersiz gitmenin dezavantajları
büyük olabiliyor.
Vaktimiz dar olduğu için metroya binip
merkeze geri döndük. Biraz daha meydanda caddelerde dolaştık Bolşoy
Tiyatrosunun önünden geçip bir daha gelişimizde mutlaka opera gösterisi
izlememiz gerektiğini düşündük
(Bolşoy Tiyatrosu)
(Bolşoy Tiyatrosu)
Aslında şehir merkezinden hediyelik alışveriş
yapma niyetindeydik ama trene ulaşmak için bineceğimiz koyu mavi metro hattı polisler
tarafından kapatıldığı için uçağa geç
kalma korkusuyla panik yapıp açık mavi hattı kullanarak dönüş yolculuğuna
geçtik.Tren biletlerimizi aldıktan sonra kalan
vaktimizi istasyonun karşısındaki büyük alışveriş merkezinde değerlendirdik.
Alt katına inip büyük marketinden votka, çikolata türevlerini yüklenip tren
istasyonuna geri döndük. Bu arada büfelerde normal suyun yanında meyvalı sular
satılıyor çok ilginç bir tadı var cok sevdiğiniz bir meyva aromalısından
bulursanız deneyebilirsiniz. Trene binerken herkes elini kolunu sallaya sallaya
biniyor bilet kontrolü yapan kimse yok allah allah bu ne iş diye düşünürken
havalimanı terminalinde indikten sonra içeri geçebilmek için biletleri
makinalara okutma zorunluluğu olduğunu gördük.Biletlerimizi alıp İstanbul oradan da Ankara’ya
uçarak Moskova seyahatimizi sonlandırmış bulunduk. 2 gün elbette yetmedi ve
göremediğimiz bir çok yer aklımızda kaldı ama bu kadarını görmek bile bize iyi
geldi ve biraz daha ılık olduğu bir zamanda yeniden gitmeyi planlıyoruz. Biz
dönene kadar hoşçakal Moskova , gidip görmeye soğuktan titremeye değer bir
şehirsin.
Tuesday, December 23, 2014
Moskova Gezisi -1
Kasım ayının
son haftalarında monotonluktan bunalıp sevgili eşim Yavuz ile haftasonu bir
yerlere gitsek mi diye düşünürken Moskova’ya gitme kararı aldık. Bu biraz da
günübirlik gezi planı gibi oldu çünkü Cuma sabahı Ankara’dan direk Vnukovo
havaalanına iniş Cumartesi akşamı Vnukovo’dan
İstanbul, İstanbul’dan Ankara’ya dönüş olarak planladık.
Moskova’da geçireceğimiz
zaman kısıtlı olacağı için yapılabilecek her şeyi yapalım gibi bir plan
yapmadık. Ana hatlarıyla görsek yeteceğini düşündük.
Kalacak yer
konusunda hiçbir zaman beklentilerimizi yüksek tutmayan bir çift olduğumuz için
fiyatı ve konumu bize en uygun gelecek sekilde Booking.com’dan Arbatskaya
Metro İstasyonu'na 10-15 dk uzaklıkta, Kremlin’e Kızıl Meydan’a 20-25 dk
yürüyüş mesafesinde olan CityComfort Hotel’de 1 günlük yer ayırttık.
Başka havayollarını bilmem ama Thy ile uçuyorsanız Vnukova havaalanına
iniş yapıyorsunuz. Şehirde 4 adet havaalanı var. Pasaport kontrolünde sırada
bekleyen herkes çok gergin ve sessiz oluyor, allah belanı versin bakışlarıyla
görevli size bir şey sorarsa (ne için geldin demek istiyorlar) “turist” deyip
geçin. İniş yaptıktan şehir merkezine
ulaşmak için otobüs, taksi ve tren seçenekleriniz mevcut. Taksi’nin pahalı,
otobüsün en ucuzu olduğunu duyduk fakat bizim gibi kiril alfabesiyle ilgili sorun
yaşıyorsanız treni tercih edin derim.
Havaalanında tabelaları takip ederek alt
kata inerseniz Aeroexpress Tren istasyonuna ulaşırsınız. Duvarlardaki
makinalardan biletinizi alabileceğiniz gibi camlı gişede satış yapan
görevlilerden de alabilirsiniz. 1kişilik bilet 340 ruble. Trenin son durağı Kievskaya
istasyonu. Oradan metroya geçiliyor.3 renk hattın ortak istasyonu. Biz koyu
mavi hatla Arbatskaya istasyonunda inmeyi planladık.
(Tren camından Moskova'ya giderken merkeze uzak şehrin görüntüsü)
Trenden ilk çıktığımızda sokağa indik dışarda duvara monteli
makinalardan bilet alınıyordu fakat sevgili kiril alfabesi yüzünden hiçbir sey
anlamadık metro ’ya giriş nerede çözemedik tren istasyonuna girip orda görevli
Rus teyzeye İngilizce metro istasyonuna nasıl ineceğimizi sorduk. Sürpriz bir
sekilde teyze sorumuzu anladı lakin tane tane konuşursam anlarlar diye
düşünerek bizi Rusça yanıtladı. Etrafındakiler de söylediklerini kafalarıyla
onaylayıp onun eksik kaldığı yerleri doldurdular ama bizim kendilerini
anlayamadığımızı hesaba katmadılar. Anladık ki Aeroexpress’in istasyonunda bile
İngilizce konuşan kimse yoksa kolay kolay kimseyle anlaşamayacağız. Hiçbir yerde
turistler için İngilizce tabela yok beklemeyin. Telefonumuza indirdiğimiz metro
haritası latin alfabesi ile yazıldığı için ve metronun içinde istasyon
isimlerinin hepsi kiril alfabesiyle yazıldığından dolayı trende koltuğun arkasındaki
derginin son sayfasında kendi alfabeleriyle hazırlanmış haritayı yırtıp aldık
(dönüşte derginin arasına bırakarak iade ettik) gidecekseniz aynısını yapmanızı
tavsiye ederim. Elinizde işaretlediğiniz haritayla karşılaştırıp kaybolma ihtimalinizi
düşürürsünüz.
Neyse ki kendi çabalarımızla tren istasyonundan dışarı çıkıp alt katta girişi
olan metro istasyonunu bulduk. İçeride aynı şekilde camlı gişelerin ardındaki
görevlilere elimizle 2 işareti yapıp biletlerimizi alabildik.
Metro istasyonu fantastik film seti olarak kullanılabilir muhteşem
gösterişli bir yapıya sahip. Müzesinin olduğu istasyonlar da varmış fakat biz
gitmedik.182 istasyon ve 12 renkle ayrılmış hatları var. Hangi istasyonda inecekseniz
onun rengini bulup yolunuzu bulabiliyorsunuz. İlk etapta çok karışık gelmesine
rağmen çok hızlı çözülebiliyor. Renklerin tonları birbirlerine çok yakın buna
dikkat etmekte fayda var. Anons yapan ses erkekse metro Moskova merkezine
hareket ediyor eğer kadın sesi ise merkezden dışarı doğru gidiyor anlamına geliyor.
Tam iş çıkış saatine denk geldiğimizden mi bilmem aşırı derecede kalabalıktı.
İnsanlar üst üste ve öyle kibarlık yapayım diyen yok varoooov nidalarıyla içeri
doluşuluyor. Yan kesicilik olayları metroda cok oluyormuş dikkat etmek lazım.
Moskova Ankara arası saat farkı 1 saat. Biz metrodan indiğimizde hava kararmıştı.
Otele doğru yürüdük sokak numaralarını takip ettik olmamız gereken sokağa
geldik ama bir türlü oteli bulamadık. Yoldan geçenlere elimizde kağıtta yazan
otelin ismini gösterip yardım istemeye kalktık herkes kaçıştı. Cidden
sorduğunuz sorulara cevap verebilecek insan sayısı çok az. Neyse ki çok tatlı
bir rus gence rastladık İngilizce bilmemesine rağmen cep telefonundan oteli Google
map’de aratarak yerini tespit etti. Meğerse sokağın biraz daha başına yürümemiz
gerekiyormuş ve öyle cadde kenarında tabelalı falan otel beklemeyin. Bahçe
kapısı gibi bir yerden geçiyorsunuz içeride bir sürü bina var ve aralarından
aradığınız yeri buluyorsunuz. Rusya’da öyleymiş. Öyle neon ışıklarıyla
tabelalarla desteklenmiştir rahat buluruz derseniz hata edersiniz.
Otel odası temiz ve küçüktü fakat duvarları aşırı ince olduğu için yan
odalarda koridorda olan her türlü konuşma odamızda geçiyor gibi hissettirdi. Resepsiyondaki
arkadaş da öyle tavsiye vereyim sıcak davranayım insanı değildi. Gözlemlediğim
kadarıyla genelde Rus insanları soğuklar. Otelin wireless’i sıcak suyu vs vardı
merkeze yakındı ve sadece uyumak için bize yeterli geldi.
Eşyalarımızı bırakıp kendimizi dışarı attık, hava öyle soğuktu ki
kendimi gerisin geri otele atmak istedim ama yapmadım tabii ki. Yürüyerek ünlü
Arbat Caddesine ulaştık. Gitmeden önce hakkında Moskova’nın İstiklal Caddesi
diye duymuştuk fakat alakası yok. İstiklal’in şaşaalı gürültülü popüler
kalabalık havası kesinlikle burada yok. Güzel bir cadde ama beklentinizi ona
göre ayarlayın. Caddenin hemen başındaki banka ’da eoruyu rubleye çevirttik ve
söylenenin aksine artı komisyon falan ödemedik.
Yol boyunca ara ara sokak müzisyenleriyle karşılaştık. Kaliteli çok güzel
müzik yapıyorlardı, birkaç tane ressam, sokak sanatçısı gördük. Ama en komiği
teyzenin birinin iran kedisini sevdirme karşılığında para almasıydı. Kedi
işçiye o soğukta çalıştığı için çok üzüldüm tabii ki. Ama sokaklarda hiç hayvan
olmadığı için insanlar kedi sevmeye para veriyorlar anlaşılan. Ben de Gollum’u
Sakarya Caddesinde çalıştırsam mı diye düşündüm bir ara ama kıyamadım. Zaten
kıysam o da bana kıyar parça pinçik ederdi ki kimse para da vermezdi bize.
Caddenin ortalarında müze haline getirilen Puşkin’in kısa süre karısıyla
beraber yaşadığı evi var. Aksam saatlerinde kapalı olduğu için içine giremedik.
Zaten bir blog’da okuduğum kadarıyla kendi el yazması notları dışında görülecek
pek bir şey yokmuş. Tam arkasında ise Stalin’in 7 kız kardeşleri olarak anılan
binalardan Dış İşleri Bakanlığı tüm haşmetiyle yükseliyordu. Gotik mimariyle
yapılmış bina ben buradayım diyor. Yavuz bu kız kardeşlere aşık oldu sanırım en
çok beğendikleri arasındaydı.
(Puşkin'in evi)
(Arkada yükselen Dış İşleri Bakanlığı )
(Arbat Caddesinden)
Caddede yemeğimizi riske atmayıp McDonald’s da
yedik pek sevmesem de. Yeni bir şeyler denemek içimizden gelmedi. Oradan çıkıp
gittiğimiz ülkelerde hep uğramaya çalıştığımız Hard Rock Cafe’ye girdik. Moskova’da
İngilizce bilen insanların hepsi burada çalışıyor sanırım .Üst kata çıktık fakat karnımız tok olduğu için bara geçtik. Genelde
yemek yemeye gelen insanlar üste çıkıyorlar anladığım. Ben zaten donduğum için
sıcak şarap içmeyi tercih ettim ama içine limon sıktıkları için tadı biraz
garip gelmedi değil.
(Hard Rock Cafe'de Ronnie James DIO efendimizin kılıcı)
Hard Rock Cafe Moskow’ dan sonra Tverskaya Caddesine doğru yürüdük. Çok
pahalı giyim mağazaların olduğu bir cadde. Burası da çok hareketli sayılmazdı
ama binalar sokaklar mimari bize güzel geldiği için etrafa bakınmakla yetindik.
Oradan otele geri döndük niyetimiz biraz dinlenip güzel bir bara gitmekti ama
araştırmalarımıza göre bize hitap edecek bir rock bar bulamadık. Genelde cıptıs
cıptıs club tarzı yerler vardı ,bizi eğlendireceğini düşünmediğimiz için ve
soğuktan geberdiğimiz için otelde dinlenmeyi tercih ettik.
Subscribe to:
Posts (Atom)