Thursday, September 21, 2017

Zaman Çarkı / The Wheel of Time


" Zaman çarkı döner, çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. "

**Dikkat yazının içeriğinde spoiler olabilir**

   Her şey 3 yıl önce eşime yıl dönümü hediyesi ne alsam arayışımın bir sonucu olarak başladı. Zaten uzun süredir okumak istediğini biliyordum ama bilen bilir, bilmeyene; ansiklopedi kalınlığında 14 cilt 10.000 sayfalık bir fantastik edebiyat harikası olan bu seriyi ne zaman aramaya kalksak kitapçılarda dağınık dağınık bazı ciltleri eksik bulduğumuz için almaya hiç cesaret edememiştik. Sonunda yayın evine ulaşıp tüm seriyi aynı anda satın aldım. Tabii ki eşime hediyeydi ama ben ve eşimin babası da aynı anda okumak için saldırdık.Neyse ki arsızlık yapmayarak okurken benden bir kitap önce gitmesine izin verdim.

  Zaten bu dünyada en sevdiğim kitap türü fantastik kurgudur ama yıllarca bilinen tavsiye edilen serilerin çoğunu okuduktan sonra okumaya değer pek bir seri bulamıyordum.Hani bu dünyadan tiksinip bambaşka bir hayal dünyasında ikinci yaşam sürdüren bir insan türü vardır ya işte ben de onlardanım. Zaman Çarkı'nın yazarı muhteşem insan Robert Jordan sayesinde şu kabus gibi bombalar,saldırılar,ölümlerle,korkularla geçen Ankara günlerimde benim için tutunacak en güzel dal oldu.Galiba Ankara'da en yakın arkadaşım Robert Jordan'dı diyebilirim.
Son kitap biteli 3 gün oluyor ve  yaşamış olduğum boşluğu size tarif edemem.Her akşam en iğrenç günün sonunda bile o kitaplara gömülmek, kahramanlarıyla müthiş bir bağ kurup onları aileden biri olarak görmek bambaşkaydı.

  Kitapta, Işık olarak bilinen ve seri boyunca kendisinin hiç bir aksiyonunu müdahalesini görmediğimiz tanrı, yedi adet her biri bir çağı temsil eden ve Tek Güç ile dönen Zaman Çarkı'nı yaratır. Zaman Çarkı ise tüm canlıların yaşamlarını,olayları,evreni içeren Desen'i dokur.Çağlar sürekli gelir ve geçer.Çark sürekli döner.Evrende tek gücü kullanabilen insanlar vardır. Dişi olan güce saidar erkek olana saidin denir.

   Bir de Karanlık Varlık (The Dark One) diye bildiğimiz Shai’tan var.Gecenin çobanı,Yalanların Babası olan Karanlık Varlık evrende şeri ve kaosu temsil eden kozmik bir güçtür.Işık, evreni yarattığı sırada yaratımına zarar vermemesi için Shai'tan 'ı zindana hapseder. Karanlık Varlık'ın amacı zindanından çıkıp tüm yaratımı ele geçirip, kaos getirmek, kendi varlığını dünyada sürdürmek ve zaman çarkını parçalamaktır. Alacakaranlık Efendisinin davasının peşinde koşan ona yardım eden kendilerine "Seçilmiş" diyen diğer insanlar tarafından "Terkedilmiş" olarak bilinen tek güç konusunda muazzam bilgilere sahip çok güçlü lord ve leydileri vardır.

  Efsaneler Çağı denilen çağda Karanlık Varlık, Terkedilmişlerin yardımıyla zindanında çatlaklar açıp dünyaya dokunmaya başlayınca o dönemin erkeklerinin ve kadınlarının tek güçte en iyisi olan Lews Therin Telamon namı diğer Ejder(Dragon), Işığın temsilcisi olarak Karanlık Varlık'la savaşır,zindanına mühürlerle hapseder.Fakat savaş sırasında Karanlık Varlık gücün erkek tarafı olan saidin'i lanetler(lekeler) ve saidin kullanan bütün erkekleri delirmeye mahkum eder. Savaş sona erdikten sonra Lews Therin Telamon lanetin etkisiyle delirir,karısını ve çocuklarını öldürür. Ne yaptığını anladığında ise kontrolden çıkar ve dünyayı kırar,kendisi ölür ve öldüğü yerde Ejder Dağı oluşur.Bu olayın üstüne dünya zar zor kendini toparlamaya başladığında kendilerine Aes Sedai denilen,saidar kullanan, Tar Valon adındaki kulede yaşayan kadınlar,dünyayı korumak için güç kullanabilen erkekleri avlamaya ve dünyadaki tüm kral ve kraliçeleri yönetmeye başlarlar.

  Fakat yeni bir çağ başladığında Shai'tan'ın zindanının mühürleri yine zayıflamaya başlar.Lews Therin Telamon'un mühürlerinde eksik olan,yanlış yapılan bir şeyler vardır.Ve efsaneye göre Ejder yeniden dünyaya gelecek, Yeniden Doğan Ejder olarak dünyayı savunmak zorunda kalacaktır.Bu savaşın sonunda Karanlık Varlık kazanırsa dünyanın sonu gelecektir.Ve kehanetleri izleyen bir Aes Sedai olan Moiraine Sedai ,ışığın şampiyonu Ejder'in yeniden dünyaya geldiğini keşfeder ve onu bulup koruyabilmek için muhafızı Lan Mandragoran ile yollara düşer.Ki sonunda yolu İki Nehir denilen unutulmuş,ufak bir bölgeye düşer.Yeniden Doğan Ejder'i orada bulacağı kuvvetle muhtemeldir.

  Zaman Çarkında ta'veren adı verilen,Desen'e müdahale edebilen,etraflarında hayatın akışını çok farklı yönlere çekebilen bir tür özel insan vardır.Yeniden Doğan Ejder'in de ta'veren olacağı bilinir.Fakat Moiraine Sedai, İki Nehir'de bir değil aynı yaşta 3 adet ta'veren gençle karşılaşır.Bu dünyada görülmesi imkansız olaylardan biridir,ufacık bir kasabada 3 adet ta'veren! Köy saldırıya uğrayınca Moiraine Sedai ,Rand Al'ThorPerrin AybaraMatrim Cauthon isimlerindeki gençleri, saidar konusunda yeteneğini olduğunu keşfettiği ve yetiştirilmesi için kuleye götürmek istediği Egwene Al'Vere'yi yanlarına alıp kaçar.Tabii ki köyün çok genç yaşta bilgesi olmuş huysuz Nynaeve al'Meara'da arkadaşlarını sinsi Aes Sedailer'den koruma düşüncesiyle peşlerinden gelir.Ve olaylar 14 cilt boyunca akar gider.

  Ufacık bir köy dışında dünyayı hiç görmemiş 4 gencin nereden nerelere geldiklerine inanamazsınız. Sanki onlarla beraber büyüyüp olgunlaşmış, gelişmiş, bambaşka bir hayat yaşamış gibi hissettim son sayfayı da bitirip kitabı kapattığımda.Karakterler çok insani.Onlara kızıyorsunuz,sinir oluyorsunuz,onlarla gülüp onlarla ağlıyorsunuz,onlarla ihtişam kazanıp onlarla birlikte dibe vuruyorsunuz.

   Elbette kitap sayısı ve kalınlığının da bir getirisi olarak çok fazla yan karakter var.Saydığım isimlerin dışında da ana karakterler ekleniyor hikayeye. Son iki kitapta bile yeni bir karakter hikayeye dahil olmuştu,gerisini siz düşünün. Zaman Çarkının dünyasında çok çeşitli halklar ,ülkeler var. Benim aklımda kalanlar Andor, Cairhien,İllian,Tear,Mayene,Shara,Far Madding,Doman,Mayene,Kandor,Saldea,Murandy,Tar Valon, Aiel'lere ait Kıraç,Afet,Tarabon,Seanchan,Malkier  vs. Adını saymaya unuttuklarım vardır elbet.Ve bunların aralarındaki bitmek bilmeyen taht kavgaları.Karanlık Varlık'ın dünyaya dokunuşları,entrikalar,aşk,savaş,siyaset,güç,macera her şey bu kurgunun içinde.

  Hakkında saatlerce konuşabilirim veya yeni bir yazıyla kitap hakkında bir şeyler daha yazabilirim.Büyüsünden kurtulabileceğimi hiç sanmıyorum, hayatımda girip çıktığım en güzel evrenlerden birisiydi.Şimdi dizisinin çekileceği söylentileri var fakat bir yandan izlemeyi çok istesem de bu kadar detaylı dokunmuş uzun bir serinin kırpılarak rezil edilebileceğinden korkuyorum. Umarım harika bir yönetmenin,senaristin,yapımcının eline geçer ve o büyüye yeniden kapılabilirim.
Yazımı bitirirken şu detayı da vermek istiyorum kitabımızın yazarı Robert Jordan kitabı tamamlayamadan vefat edince son 3 kitabı kendisinin hazırlamış olduğu taslaklarla Brandon Sanderson tamamlamış. Ve yazarın çok doğru bir seçim olduğunu okuyunca anlayacaksınız.Rahatsız eden,farklı gelen bir durum yok aksine harika yazdığını düşünüyorum.
Robert Jordan'ı Türkiye'ye kitap fuarına gelmesine rağmen görme fırsatım olamadı,ışık onunla olsun.Umarım bir gün Brandon Sanderson'ı görüp kitaplarını imzalatabilirim.

Işık yolunuzu aydınlatsın, her zaman su ve gölge bulasınız, şimdilik hoşça kalın.


 


Tuesday, July 14, 2015

Lizbon'a Gece Treni





Bazı kitaplar vardır okumaya başladığım anda tüm benliğimi,dikkatimi,düşüncemi iç dünyama yuvarlar ve  ruhumla sohbet ettirmeye başlatır. Vır vır vır konuşurum içimden sürekli o süreçte. Kimselere kuramadığım cümleler kurar, yaşadığım gerçeklikten fersah fersah uzaklaşırım. Çok nadir buluyorum böylesini. Bitirmek istemiyorum. Yazarı merak ediyorum, nasıl birisidir, nasıl bir hayat yaşamıştır. Tanışabilseydim eğer kitaplarından tanıdığım ölçüde yakınlık hissedebilir miydim? Yoksa her insanın kendisini dış dünyadan saklamasına maruz kalır ve mahrum mu kalırdım bunca içsel konuşmalardan?

Lizbon'a Gece Treni ani bir aşk gibi oldu benim için. Tavsiye almadım, hakkında nasıl olduysa hiçbir şey duymadım, tesadüf gördüm ve okumak istedim. İyi ki de karşılaşmışız geç de olsa. 
Lizbon'a Gece Treninde  içsel yolculuğa çıkan kişi Raimund Gregorius İsviçre'nin Bern şehrinde bir lisede eski diller öğretmeni olarak yıllarını vermiş. Hayatında değişiklikten hiç hoşlanmayan okuduğu liseye öğretmen olarak dönen ve orada hayatını geçiren,düzen adamı,kitap kurdu,meslektaşlarının Papirüs lakabını taktığı sessiz sakin kahramanımız bir sabah okula giderken her zamanki rutinini bozacak bir olaya maruz kalır.Şiddetli yağmurun altında köprüde intihar edeceğini düşündüğü Portekizli bir kadınla tanışır ve dengesi alt üst olur. Hani bazen hayatınızda somut hiçbir şey olmamasına rağmen bir dönüm noktasına geldiğinizi hissedersiniz ya Gregorius tam da bu hislere kapılır. Dersine başladığında 30 yılı aşkın öğretmenlik yaptığı okulda öğrencilerini inceler ve "Önlerinde daha ne kadar uzun bir hayat var; gelecekleri ne kadar açık; daha başlarına neler gelebilir; daha neler yaşayabilirler! " diye düşünür. Masanın üstünde açık halde kitaplarını ve çantasını bırakıp sınıftan çıkar gider.

 Gregorius'un gizemli kadının ağzından dökülen kelimelerin büyüsüyle kitapçıya girmesi  orada adını ilk defa duyduğu Amadeu de Prado'nun  Portekizce kitabının kendisine hediye edilmesine yol açar. Evine gidip kapılarını kilitler ve kitabı okumaya başlar. Okuldan, arkadaşlarından gelen ısrarlı telefonlara yanıt vermez. Sonunda eşyalarını toplar, okulun müdürüne bir mektup yazar ve Lizbon'a tren yolculuğuna başlar. Amedeu'nun kitabından öyle etkilenmiştir ki okuduğu her cümlede sanki kendisine yaşadıklarına sorguladıklarına göndermeler yapıldığını hisseder. Bu tespitleri yapan muhteşem yazarla tanışmak ve onun hayatını öğrenmek için Lizbon'a varır. Aristoktat bir aileden gelen entelektüel yazar, doktor, romantik devrimci asil Amedeu Prado'nun yaşamı ,arkadaşları ,ailesi,cümleleri kahramanımız  Gregorius'u büyülü bir içsel yolculuğa sürükler. 
Bazen akışı zorlaşsa da her cümlesi ayrı güzel ,üstünde düşünmek isteyeceğiniz bir kitap Lizbon'a Gece Treni. Bazen kendinizi Gregorius'un bazen Amedeu'nun yerine koyuyorsunuz. Bazen de bütün düzeninizi bırakıp gidebilmek gibi deli bir tutkuya kapılıyorsunuz. Eğer okumaya karar verirseniz kitapta belki kendi kendinize sorguladığınız bir çok düşünceyle karşılaşacaksınız, hayatları boyunca birbirlerine söyleyemediklerini mektuplara döken insanları tanıyacaksınız. Benim aklıma da bazı insanlara mektup yazmayı düşürmedi değil. Orijinal adı Nachtzug nach Lissabon olan kitabın yazarı Pascal Mercier. Lizbon'a Gece Treni  geçmişin peşine düşen, bağlantıları birleştiren, içsel yolculuğu seven insanların seveceği ,okuması bazen ağır ama çok değerli bir kitap.

"Başkaları da aynı şeyi mi hisseder : Kendi dış görüntülerini tanıyamadıkları olur mu? Görüntülerinin onlara yamultulmuş, kaba saba bir sahne dekoru gibi geldiği olur mu? Başkalarının onları algılayışıyla kendi kendilerini algılamaları arasındaki uçurumu dehşetle fark ettikleri olur mu?"

".. açık yüreklilikle ayrılmak demek, bizim, seninle benim , aramızda ne olduğuna dair seninle bir fikir birliğine varmak için çaba göstermemiz olurdu. Çünkü kelimenin tam ve eksiksiz anlamıyla bir veda bu anlama gelir : İki insan, birbirinden kopmadan önce, birbirlerini nasıl görmüş, nasıl tanımış oldukları hususunda anlaşırlar. Aralarında neyin hedefine ulaştığı, neyin yarım kaldığı hususunda. Bunun için korkusuz olmak gerekir. Uyumsuzlukların verdiği acıya katlanabilmelidir insan. Olanaksız olanı da kabul edebilmelidir. Vedalaşmak, insanın kendi kendisiyle de yaptığı bir şeydir. Başkalarının bakışları altında kendine arka çıkmasıdır Vedalaşmaktan korkmanın temelinde ise tapınmak yatar : Olanları altın ışığa daldırmak ve karanlığı yalanla yok etmeye kalkışmak. Bunu yaparken kaybedilen şey, en azından, karanlığı doğuran  o hamlelerde kişinin kendini tanımasıdır."



Monday, February 9, 2015

Mezarsız Ölüler

Kış kendini iyice hissettirdiğinde Ankara'da ne yapılabilir? Avm gezmek istemiyorsanız veya o bar senin bu bar benim gezmek bıktırdıysa kültürel aktivitelere yönelebilirsiniz. Genelde tiyatrolara tembellik ve üşengeçlikten geç hareket edip bilet bulamadığım için bu defa iki hafta öncesinden Tatbikat Sahnesi'ne Mezarsız Ölüler oyununa bilet bulabildim.

Normalde tiyatroya fazla giden birisi değilimdir. Tıpkı şiir gibi eğer şair iyi değilse nefret ederim, ama şair iyiyse takıntılı şekilde düzenli aralıklarla şiirlerini okuyabilirim. Tiyatro'da benim için öyle. Şimdiye kadar çok beğendiğim tek tük oyun olmuştur sanırım. En son Aziz Nesin'in bir öyküsünden oyunlaştırılan Selamün Kavlen Karakolu'nu izlemiş ve çok beğenmiştim. Sanırım özel tiyatro oyuncuları ( elbette hepsi değil) devlet tiyatrolarında oynayanlardan daha hevesli ve özgün oyunlar oynuyorlar. Belki de ben daha profesyonel oyunculara denk geldiğim için öyle düşünüyorumdur. Fakat tiyatro'ya çok sık giden arkadaşlarımın anlattıklarını düşünürsem bu şekilde bakan tek ben değilim.

Tatbikat sahnesine Cinnah caddesinin arkasında Güneş sokaktan ulaşılıyor. Benim ilk gidişimdi, Erdal Beşikçioğlu'nun kurduğu bu tiyatroya gelmek uzun süredir aklımdaydı zira kendisinin oyunculuk yeteneğini tartışılmaz muhteşem bulurum ve her daim elinden çıkma eserlerin de hakkını vereceğini düşünmüşümdür.

Tatbikat'ın bekleme salonu biraz dar , soğuk günlerde fazla sıkış tepiş oluyor ama erken giderseniz bekleme salonunda satılan salep veya kahveden yararlanabilirsiniz. Diyette olmasam direk saldıracağım güzellikte görünüyorlardı.

Salon ise öyle standart tiyatro salonlarına hiç benzemiyor. Sıra sıra koltuklar değil sıra sıra siyah plastik sandalyelerle karşılaşıyorsunuz. Bilet fiyatları önlerden arkalara doğru ucuzluyor ama orta sıralardan çok rahat bilet alabilirsiniz sahneyi görüşü gayet güzel. 

Oyun ise baştan sona rahatsız edici. Öyle gülerim eğlenirim düşüncesiyle geliyorsanız gelmeyin size göre değil emin olun. İki kişi oyun başladıktan 10 dakika sonra çıkıp gitti mesela, ki esas rahatsız edici boyutuna ulaşmamıştı sadece sahnede sigara içtiler :) Biraz fikir sahibi olup gelselermiş keşke salondan çıkarken çıkardıkları sesler dikkat dağıtıcıydı, saygısızlıktı resmen.


Sahne açıldığında karşınızda soğuk çelikten korkutucu görünüşlü çekmeceleriyle  bir morg çıkıyor. Ve çekmecelerin içinden yarı çıplak elleri ayakları bağlı,morarmış işkence görmüş insanlar çıkmaya başlıyor. Arka planda sürekli şıp şıp damlayan su sesi var. İşkence görmüş ve dahasını da görmek üzere olan bir grup insanın korkularıyla ,yaptıklarıyla yüzleşmelerine şahit oluyorsunuz. Yaşanmışlıkları, bunların değeri ve neye dönüşecekleri hakkında konuşuyorlar. Sahne bol kanlı. İşkencelere şahit oluyorsunuz. Gerek fiziksel gerek psikolojik. Oyun Varoluş Felsefesinin öncülerinden  Jean Paul Sartre'ye ait. 
E yazarı iyi, yönetmeni iyi oyuncuları muhteşem. Özellikle Elvin Beşikçioğlu'nun ve Aytek Şayan'ın oyunculuklarını çok çok beğendim.Ankara dışında oturanlar için de sanırım arada başka şehirlere de gidiyorlar. Sartre'yi de seviyorsanız kaliteli bir oyun izlemek istiyorsanız kaçırmayın bence. Ama bana olduğu gibi rüyalarınıza girebilir ve şok etkisinden uzun süre kurtulamaya bilirsiniz dikkat edin..

Monday, December 29, 2014

Yeni Bir Yıla Girerken- Pretty Good Year






2014 yılında 20'li yaşları geride bırakıp 30'lu yaşlara adım attım, İzmir'den Ankara'ya taşındım,iş değiştirdim.Hastalıklar oldu, ayrılıklar oldu, ölümler oldu.Bir adım daha attım olgunluğa doğru. Eskisi kadar konuşmuyorum eskisi kadar gülmüyorum.Öfkemi kontrol etmeye başladım.Çok fazla özlem çektim bu yıl. Eleştirilerim eskisi kadar yıkıcı değil. Aynı zamanda yaşamım boyunca en çok huzurlu hissettiğim yılları anları yaşıyorum sevgilim,eşim Yavuz'un yanında, sayesinde. Beraber geçirdiğimiz en basit anların bile değerini sonradan çok iyi anladığım arkadaşlarımı çok özledim. Yıllardır her günümüzü beraber geçirdiğimiz,bir bakışla ne hissettiğimizi birbirimize anlatabildiğimiz  bir tek onun yanında ağlayabildiğim dostum ruh ikizimle kilometrelerce uzakta olmanın acısını yaşıyorum. Üzüntülerinde ellerini tutamadığım,ihtiyaçları olduğunda yanlarında olamadığım,anlık kahkahalarına ortak olamadığım sevdiklerim var. Yine de hayatlarımızda öyle yer edinmişiz ki o uzaklığa rağmen sevgiyi hep hissettirdiler bana ,değerli olduğumu ve değerli insanlara sahip olduğumu. Belki de bu şehirdeki sakinlik,arkadaşsızlık bana daha iyi gelecek çatışmalarımla yüzleşiyorum daha derinlere iniyorum,düğümlerimi çözmeye çalışıyorum(arada sırada deliriyorum tabii ki ),daha fazla kitap okuyorum,daha fazla film izliyorum. Yavuz'un yoğun çalışma saatlerinde bana arkadaşlık eden yumuşacık,yaramaz,şapşal güzeller güzeli Gollum adında bir kedim oldu. İş yerimde geçirdiğim saatlerde bile çok özlediğim, miyavlamayı beceremeyip garip sesler çıkaran minik bir kız. Kötü bir yıl sayılmazdı, iyi bile denilebilir aslında. Umarım 2015 çok daha iyi olur hepimiz için. İyi yıllar herkese...

Kün - Sezgin KAYMAZ

“Kadınlar iki ‘X’, erkekler bir ‘X’bir de ‘Y’ kromozomu taşırlar. Yirmi üç homolog çiftten oluşmak şartıyla.
Hâl bu ise, kadın milletinde kırk altı tane ‘XX’, erkek milletinde kırk altı tane mikroskobik ‘XY’ kromozomu var demektir. Sapına kadar erkek bir pala, ‘Sapına kadar erkeğiz evelallah!’ böbürünü bu mikroskobik kimyaya borçlu olduğunu bilmez. Daha da bilmediği, erkeği erkek yapan ‘Y’ kromozomunun erkek vücudunda bulunan ‘erkek hücrelerindeki’ toplam DNA sayısının taş çatlasa kırkta biri olduğudur. Yani ‘Sapına kadar erkeğiz evelallah’ diye diye kaldırmış gezen bir fallus hayvanı, kendisinin bile kırkta biri kadar erkektir en fazla. Fecaat, değil mi?
Olabilir. ‘Beterin de beteri var.’ deyip şükretmek lâzım.
Çünkü, öbürünün yanında fecaatten bile sayılmaz bu. Onu, yani asıl fecaati hiç mi hiç bilmez ‘erkek’ denen saf. Ben diyeyim on dokuz bin, sen de yirmi bin sene evvel, kısaca ‘Sap Kromozomu’ da diyebileceğimiz bu taşaklı ‘Y’ kromozomu, şimdiki cesametinden ben diyeyim on dokuz bin, sen de yirmi bin misli büyüktü. Sapına kadar erkek diye bir yaratık varsa, o erkek bugünkü erkek değil, on dokuz - yirmi bin sene önce yaşamış olan erkekti özetle.
Varlık, kadındır.
Dişidir yaratım süreci, erkek değil.
Tarlayı kaldır at, sabanı nerene sokacaksın bakalım.
“Sapına kadar erkeksin öyle mi? Ne sapı lan? Kırk altı tanesini toplasan toplu iğne ucunun on binde birinin kırkta biri kadar erkeksin.”


Gecenin bir yarısı uykusuzluktan ölmeyi umursamayıp elimden bırakamadığım kitabıyla yatağın içinde bana kahkahalar attıran yazar Sezgin Kaymaz. Kün’ü okuduğum esnada Yavuz’un bu kız galiba hepten delirdi bakışlarını yakalamadım değil. Son zamanlarda mizah dergilerinde dahi gülebilecek çok az karikatürle yazıyla karşılaşıyorum seçici olmaya başladım sanırım.”Kün” ‘ü ablamın tavsiyesi üzerine okumaya başladım. Telefonda mutlaka almalısın okumalısın çok eğlenceli, çok sürükleyici, ayrıca Konya şivesiyle konuşan köpek var artık gerisini sen hayal et demişti. Konya’yı annemin köyünü ziyaret ettiğimiz zamanlarda , abla kardeş ağzımız açık konuşulan farklı kelimeleri, şiveyi hafızamıza işlerdik hevesle. Günlerce kullanılan lakaplara güler hatta taklit ede ede kendi konuşmamızın da Konya şivesine dönmeye başlamasıyla annemden fırçayı yerdik.
Beni ayrıca güldürmüş olmasına rağmen kitap tabii ki sadece Konya şivesinden ibaret değil. Fantastik olayların, farklı hikayelerin ustaca birleştirilmesi, birbirinden farklı karakterler, ateisti imamı, ölüsü dirisi, namuslusu namussuzu ,öte dünya ile bu dünyanın bir araya gelmesi .. Eğlencesi  güldürmesi yanı sıra sizi ağlatan da bir kitap Kün. Karakterler içimizden tanıdık gibi, sanki herhangi bir sokağın başında bir tanesiyle karşılaşsanız şaşırmazsınız.
Sezgin Kaymaz 1962 Sinop doğumlu. Kitabında Konya olduğu kadar Ankara’da var ki zaten kendisi Hacettepe Üniversitesi İngilizce Dil Bölümünü Türkçe dersini veremediği için terk etmiş. Ayrıca bu kadar iyi bir yazarın Türkçe dersi  yüzünden okulu bırakması da çok acayip geldi bana.Yazarın diğer kitapları Uzunharmanlar’da Bir Davetsiz Misafir (1997), Geber Anne! (1998), Kaptanın Teknesi (1999),Lucky (2000), Zindankale (2004), Ateş Canına Yapışsın (2008). Hikâyeleri: Sandık Odası (2005), Medet (2007), Ateş Canına Yapışsın (2008), Deccal’in Hatırı ve Kısas.



Ayrıca bu yıl sürpriz bir şekilde İzmir Kitap Fuarında kendisiyle karşılaşıp imzalı kitabını alabilme şansına eriştim. (kendisini keşfetmemi sağlayan ablama da tabii ki) Çok mütevazı, çok tatlı ve çok değerli hoş sohbet bir yazar. Gülmeye, elinizden bırakamayacağınız bir romana, yeni bir keşfe ihtiyacınız varsa kaçırmayın derim. Kendisine de dediğim gibi umarım hep yazar, daha çok yazar…

Saturday, December 27, 2014

Zamanın Farkında - Şule GÜRBÜZ


"Eskiden olduğu gibi sıcak bir ağustos günü akşamı, hafif bir cesaret için içeceğim bir iki bir şeyden sonra kendimi asacak halim yok artık, ya da kendimi bir yerden boşluğa bırakacak. Yok artık. Allah'tan bekliyorum. Kendimi zaten hayatta olduğum müddetçe öldürdüm; bedenimi de hallediversinler. Allah korusun, kendimi atamam artık. Yetmiş yedi yaşında intihar eden Zweig mi olayım? O işler yirmi-yirmi beş yaşın, bilemedin otuz yaşın işleri. Bu rezilliği çek çek ,atla, olur şey değil. Adama demezler mi "Yahu ne atladın ben de tam sana geliyordum, " diye. "

Yukarı da alıntıladığım satırlar Şule Gürbüz'ün  "Zamanın Farkında " isimli kitabından. 2011 basımı bir öykü kitabı.  Müzik Hocası, Cansın , Mezarlıktan Geçiş, Mutfak, Zamanın Farkında isimli beş adet uzun öyküden oluşuyor. Uzun zamandır adını bilmediğim veya özellikle tavsiye edilmemiş yazarları okumamaya çalışıyorum. Çıtır çerez tabiriyle ifade ettiğim kitaplara elbette dönemsel ihtiyaç duyabiliyorum fakat insan hayatında zamanımız kısıtlı ve okumadığım çok değerli kitaplar var. İnternet'te kitabından yapılmış bir kaç alıntı ilgimi çekti ve okumak istedim. Ön yargılarla elime aldığım kitap beni cidden şaşırttı. Yazarına saygı duydum. Bana Oğuz Atay'ı hatırlattı. Zaten öykülerin kahramanlarının ortak noktaları aklımda sürekli tutunamayanlar olarak kaldı. Tam da kendi içsel sorgulayışımın dozajını arttırmışken sanki kitap beni bulmuş tam zamanında karşılaşmışız gibi hissettirdi.Dönem dönem bunaldım fakat bu yazarın vermek istediğini çok güzel yansıttığının kanıtı oldu benim için. Neyi eleştirdik, ne olmak istemedik , ne olduk ve nasıl yüzleştik hayatımızla. Her değişik hikayenin her değişik karakterin hissedebildiği ortak noktalar varmış belki kendi hissettiklerimi de dahil edebilirim.

Yazar  1974 doğumlu antika saat tamiriyle uğraşıyor. Hayatı bir belgesele de konu olmuş izleyen arkadaşlarımın bahsettiklerine göre. Ben izlemedim ama izlemek isterim. Yazarın diğer kitapları "Akıl Yoktur", "Ağrıyınca Kar Yağıyor", "Ne Yaştadır, Ne Başta Akıl Yoktur" , "Kambur", "Coşkuyla Ölmek" . Okuduğum tek bir kitabıyla benim için kabul edilmiş ve saygı değer bir yazar haline geldi bile. Diğer kitapları okunacaklar listeme ilave edildi. Kitaplarıyla karşılaşırsanız bir kenara itmemeniz dileğiyle..






Friday, December 26, 2014

Le Tableau - Mutluluğa Boya Beni


Birçoğumuz dönem dönem bu dünya neden adil değil diye sormuş, sorgulamıştır ve bir çok sohbetin ana konusu olmuştur. Geçenlerde bir belgeselde cücelikten şikâyetçi bir kadının çektikleri vardı mesela boyu birkaç santim uzasın diye bacağındaki kemiklerin kırılarak arasına demir konulması ve aylar boyunca o aranın dolması için acılar çekmesi ve sonrasında aslında kısa bir insan boyutunu bile yakalayamayacak olması… Sırf normal insanlar gibi yaşayabilmek için etraftaki bakışlara maruz kalmamak için türdaşlarıyla insan ırkıyla aynı muameleyi görebilmek için. Katar’ da alışveriş merkezine bazı 3.dünya vatandaşlarının alınmadığını anlatmıştı bir arkadaşım.  Savaş, açlık, fakirlik, hastalıklar... Verilebilecek örnekler çok. Ünlü bir komedyen dünya bir ustanın değil beceriksiz bir stajyerin elinden çıkmış olmalı demişti bir gösterisinde.

Filmin ismi Türkçeye “Mutluluğa Boya Beni” olarak çevrilmiş. 2011 yapımı Fransız animasyonu. Yönetmeni  Jean-François Laguionie. İmdb puanı 7,3 .Hikaye tamamlanmamış bir tablonun içinde başlıyor. Rengarenk bir dünya ama herkes için öyle değil. Ressamın tamamladıkları üst sınıf kesimi oluşturuyor. Şatolarda yaşayan kibirli zenginler. Yarımlar denilen sınıf ressamın belirli kısımlarını eksik bıraktığı orta sınıf. Kiminin saçı renksiz kiminin yüzü kiminin kıyafeti. En zavallıları eskizler denilen çizim, karalama halinde bırakılmış olanlar. Köleleştirilmişler, itelenmişler  inanılmaz zor bir hayat yaşıyorlar. Aslında yaşadığımız dünyanın daha masum bir anlatımı gibi.

Yarımlar ve eskizler hep ressamın geri dönüp tabloyu tamamlayacağı ümidiyle yaşıyorlar. Tamamlanmışlar ressamın dönmeyeceğine, bilinçli olarak onları tam diğerlerini eksik bıraktığına, kendilerinin ayrıcalıklı ve özel olduğuna inanıyorlar. Şatoya yerleşmişler ve diğer sınıfları önünden bile geçirmiyorlar. Bunca ayrımcılığa rağmen tamamlanmışlar ve yarımlar arasından genç bir çift çok güzel bir aşk yaşıyorlar ama bunu iki sınıfta kabullenmiyor. Gizli saklı görüşüyorlar ama sürekli tetikte ve tehlikedeler.

Filmde gelişen olaylar sonucunda bir tamamlanmış, bir eskiz ve bir yarım tabloyu bitirmesi için  ressamı aramaya çıkıyorlar. Ressamı ararken farklı tablolara geçip farklı dünyalarla karşılaşıyorlar. Yaşadıkları maceralar izleyeni içsel, dinsel, hayata dair, eksikliklerine dair bir sorgulayışa itiyor.
Ressamı bulabiliyorlar mı , tablo tamamlanıyor mu ,  neler yaşanıyor merak ettiyseniz daha fazla spoiler vermeyip izlemenizi tavsiye ediyorum, Persepolis’ten sonra izlediğim en güzel animasyondu benim için. Umarım beğenirsiniz. İyi seyirler!